You Were Never Really Here – Analiz – “Travmalar ve Çiçekler”
5 min read
Merhabalar,
Bu yazımda sizlere, kaybolmuş, tüm beyazlığı elinden alınmış ve siyahlara terk edilmiş bir adamın hikayesini anlatan “You Were Never Really Here” adlı filmin analizini sunacağım. 2017 yılında Lynne Ramsay tarafından yazılan ve yönetilen bu harika filmin baş rolünü ise, son dönemin en başarılı oyuncularından olan Joaquin Phoenix üstleniyor. Gelin birlikte biraz daha yakından bakalım.
Bu filmi, diğer filmlerden farklı noktaya sürükleyen olay, bence yönetmenin, izleyici üzerine çektiği perdeler ve maskeler oluyor. Filmin senaryosu ilk görünüşte klişe gibi dursa da, yönetmen bu klişe algısını, filmin sonunda eşsiz, düşüncelerle dolu bir odaya, kaotik bir ortama dönüştürüyor. Çocukluğunda, annesine ve kendisine şiddet ve istismar uygulayan babası yüzünden travmatik bir altyapıya sahip olan Joe, bu altyapı sayesinde hayatı boyunca şiddetten kurtulamamıştır. Gençliğinde asker, ileri yaşamında ise kiralık katil olarak hayatını devam ettirmektedir. Kaçırılan, cinsel amaçla kullanılan ve reşit olmayan çocukları para karşılığı kurtararak hayatını sürdürürken, bir yandan da demans hastası annesiyle birlikte yaşamaktadır. Buraya kadar her şey normal olabilecek düzeydedir. Tüm bu senaryo normal bir aksiyon filmini andırırken, işte tam bu noktada yönetmen mükemmel bir kurgu ve gerçek üstü anlatım ile izleyiciyi bir bulmacanın içine sürükler.
Film boyunca yüksek aksiyon temposu beklenirken, izleyici tüm bu yüksek şiddeti çok yüksek oranda yansımalardan, alakasız kamera açılarından ve seslerden takip eder. Bunun yanında ise yönetmen, karakterler hakkında bilgi ve detay vermeden, sürekli karşımıza çıkan bazı geri dönüş sahneleri ile birlikte izleyiciyi ön yargılarından kurtarmaya çalışır ve bunu yüksek oranda başarır. Film boyunca başrol dahil neredeyse hiç bir karakter hakkında detaylı bir bilgiye sahip olamayız. Şahit olduğumuz eylem ve seçimler, “iyi” veya “kötü” bir insanın bunları gerçekleştirebileceği aralıkta bulunur. Joe karakterinin de bir anti-kahraman olarak sunulması, genel tutum ile oldukça uyumludur. İyi sonuçlar çıkarmak için kötü yolları tercih etmek..
Joe karakteri hayatı boyunca travmalarının esiri olmuştur. Kendi canını yakma ve almaya olan ısrarcı eğilimine film boyunca tanıklık ederiz. Belki travmadan kaynaklı şiddete olan bağımlılığı, belki de hayata olan ilgisinin neredeyse sıfıra inmesi bu eylemlerin altında yatan sebepleri oluşturuyor olabilir. Her ne kadar şiddete eğilimli olsa da, çocuk hayatlarını kurtarmayı para karşılığı yapıyor bile olsa, aslında Joe kendisinin küçükken bulamadığı ve ihtiyacı olduğu o yardımı, başkalarına vermeye çalışıyor. Her gün babasının ona yaşattıklarını kendine yaşatmaya devam ederken, kopamadığı bu ritüeller gölünde, bu alışkanlıklar ile birlikte boğulmaktadır Joe.
Filmin bence vermek istediği mesaj, kişilerin seçemediği veya seçmesinin mümkün olmadığı değişkenlerin ve bunların yarattığı sonuçların, kişinin yaşadığı her günün, her saniyesinde kendini gösteriyor oluşudur. Bu noktada bu değişken aile iken bazı durumlarda kaza, bazı durumlarda ise kocaman bir hayat olabilir. Joe ise bu sonuçlarla ve üzerine kattığı başka yaralar ile hayatına devam etmeye çalışıyordur fakat pek başarılı olamamıştır. Öyle ki annesini kaybettiği sahne sonrası artık kaybedecek hiç bir şeyinin kalmadığını fark eder ve annesine düzenlediği küçük cenazede intihara kalkışır. Bunu başaramaz çünkü gölün dibinde gördüğü Nina’nın silüeti, onun yarım kalmış bir işinin olduğunu ve bu süreçte savaşmaya devam etmesi gerektiğini hatırlatan niteliktedir. Bu noktadan sonra Joe için diğer bir kırılma noktası, artık gerçeklik algısını yitirdiği, tamamen yalnız, amaçsız ve korkak bir şekilde hissettiği sahnedir. Bu sahne ve sonrasında, film boyunca bize eşlik eden geri dönüş sahneleri, artık Joe’nun önünde ve bir masa kadar gerçek bir şekilde duruyordur. Annesini, kendisini ve bir takım imgeleri gördükten sonra, Joe’nun ilgisi artık içinde yaşadığı gerçek dünyaya sığamaz.
Nina’yı kurtardıktan sonra gittikleri restaurantta uyuya kalan Joe, rüyasında kendini restaurantın içinde ağlarken ve ardından son derece normal bir şekilde intihar ederken görür. Bu sahnede kimsenin onu kanlar içindeyken bile umursamıyor oluşu, Joe’nun kendini aslında toplum içinde ne kadar değersiz ve yalnız hissettiğini gösterir niteliktedir. Fakat Nina’yı kurtarmasıyla birlikte, o kurumuş ve terk edilmiş karanlık iç dünyasında bazı şeyler değişmeye başlamıştır. Nina onu uyandırır ve ona şu cümleleri söyler:
“Let’s go. It’s a beautiful day.”

Bu cümleden sonra şaşkınlığını gizleyemeyen Joe, Nina’nın onu o karanlık dünyasından çekmesi için gerekli adımı atmasına izin verir. Filmin isminin de tüm bu ögeler içerisindeki yeri oldukça büyüktür. Belki son sahnede Joe gerçekten ölmüştür ve öldükten sonra uyanmıştır. Belki Joe gölün içindeyken de ölmüş olabilir. Tüm bu belkilerin yarattığı soruları cevaplamak, bu film için pek mümkün değil. Yönetmen izleyiciye film boyunca olayları o kadar farklı bir açıdan gösteriyor ki, olayın gerçek olup olmadığı umrunuzda olmuyor. Çünkü gerçekten orada, onun yanında hiç bir zaman olamamışızdır ve Joe’nun travmasına şahit olduğumuzu sanıp aslında dışarıdan ön yargılarımızla bakmak için çabalıyoruzdur. Tıpkı her gün yaptığımız gibi.
Not: Gariptir ki yine Joaquin Phoenix’in oynadığı Joker filminin de vermek istediği mesajın, bu film ile oldukça yakın olduğunu düşünüyorum.
Teşekkürler, sevgilerle.