Yorgos Lanthimos Sineması
14 min read
Bu yazı Yunan Yeni Dalga sinemasının dip dalgası Yorgos Lanthimos Sineması üzerine.
Öncelikle kimdir Yorgos Lanthimos?
27 Mayıs 1973 yılında Atina’da doğan Yorgos Lanthimos, Hellenic Cinema and Television School Stravkos’da eğitimini tamamladı. Eğitimi sona erdikten sonra ise çok fazla sayıda reklam, müzik klibi yönetmenliği yaptı. Ayrıca 2005 Atina Olimpiyatları’nın beğenilen açılış kapanış seremonisini de Yorgos Lanthimos hazırladı. İlk uzun metraj filmi ise 2005 yapımı Kinetta oldu. Birçok ödüle aday olan bu filmin sonrasında ise Dogtooth, Attenberg ve Alps filmlerinin çekimini yaptı. 2015 yılında çekmiş olduğu The Lobster adlı filmi ile Cannes Film Festivali Jüri Özel Ödülü’nü almayı başardıktan sonra 2017 yılı için The Favourite adlı film için gerekli olan hazırlıklarına ise hız kesmeden başladı.
Sinematografiyi konuya farklı bir bakış açısıyla bakarak bize inceleten Lanthimos’un filmlerinin biraz içine girerek daha iyi anlayabiliriz. Aşağıda filmlerinden biraz bahsederek, inceleme diyebiliriz, Lanthimos’un dilini anlatmaya çalıştım. İyi okumalar.
Bahsedilen filmler; Dogtooth, The Killing Of Sacred Deer, The Favourite, The Lobster ve Alps.
Filmleriyle Yorgos Lanthimos’tan bahsedelim.
Dogtooth
‘’ Aile kurumu’’ üzerinden sistem eleştirisi yapılan bu filmde; bir ailenin kendi kuralları çerçevesinde kendi çocuklarını nasıl yönlendirdiğini ve bir sisteme soktuğunu görmekteyiz.
Kendi kuralları olan, kendi izinleri olan, kendi alfabeleri olan bir aile. Kendi kontrolleri altında yaşayan 3 çocuğuna vahşi bir düzende eğitim veren bir aile var karşımızda. ‘’Köpekdişi’’ düşene kadar evden ayrılmayacakları gibi bir kural koyan aile, her alanda güçlü ve kontrolcü bir yapıya sahiptir. Dış dünyaya karşı bir izolasyon sağlamaya çalışan aile, çocuklarının fiziksel ve sosyal yaşamlarını kontrol altına almak istiyor. Ama insan doğası gereği bu ‘’sisteme’’ bir dur demeye çalışıyor. Ailelerinin izni olmadan hiçbir şey yapmayan çocuklar yavaş yavaş bir değişim yaşıyor. Ki bu değişim kendi dişini çekiçle kırmaya kadar gidiyorlar. Bu ailenin yani anne babanın kontrolünün asıl sebebinin manipülasyonun çok kuvvetli sağlanmasıdır. Babaları en büyük kardeşlerinin dışarıya çıktığını ve zarar gördüğünü hem anlatıp hem de fiziksel olarak kendine ve kıyafetlerine zarar vererek bunu sağlamaktadır. Bilinmeyene karşı bir savaş sürdüren çocuklar, babalarının söylediği üzere dışarıda bir tehlike olduğunu düşünüyorlar. Görmedikleri bir şeye inanmalarının asıl sebebi de bir şey orada olmadığında ne kadar var dersen bir süre sonra var olmaya başlar. Ve algıda oynamalar yaratmanıza neden olur. Bunun yöntemini çok iyi uygulayan bu anne baba, çocuklarını korumak(!) adına izolasyonu sağlamaktadırlar. Ama dışarıdan gelen etkenler onların hayatlarını biraz değiştirirken buna engel olamazlar. Daha sonrasında şiddetle bir çözüm gelse de olan olmuştur artık. Baba, oğlu ilişkiye girsin diye kendi çalıştığı yerdeki güvenlikle anlaşması, onun eve gelmesi ve diğer kızlarla tanışıp onlarla da ilişkiyi sürdürmesi, onların dış dünyaya açılan kapıları olacaktır.
‘’Dogtooth; aile düzeninin ve onun yarattığı otoriter kurumların oldukça sert bir eleştirisini ortaya koyuyor. Lanthimos yaratan huzursuz edici anlar ve ‘garip’ diyaloglar kullanarak izleyicilerini; cinsellik, özgürlük, aile ve standart normlara dayanan ilişkiler üzerine bizi düşünmeye itiyor ve bir nevi standartla olan bir çatışmaya ve tartışmaya bizi sürüklüyor.
Sinematografik olarak; yakın planlar ve genel planlar bolca kullanılmakta aynı zamanda üçlü plan üzerine de çok sayıda çekim bulunmaktadır. İzolasyon sebebiyle dekor olarak çok az şey vardır. Bu da normal bir aile filminden çok uzakta olduğumuzu bize kanıtlar niteliktedir. Soğuk ve uzun çekimlerin olduğu, stabil bir film olan Dogtooth, ‘’anormal’’ aile yapısını bize en iyi şekilde sunmaktadır.
The Lobster
Bir otel bünyesinde başlayan filmde yine bir sistem eleştirisi bulunmaktadır. Otele bir eş bulmak için gelen insanları görüyoruz. İlk kayıt sırasında cinsel eğilimleri ve genel yükümlülükler hakkında konuşurlar. Eş seçmeye çalışırlarken insanların ne kadar yapmacık oldukları önümüze serilir. O dönemdeki insanlara gönderme niteliğindedir. En büyük kural ve filmin merkezi ise, eş bulunmadığı taktirde insanların istediği hayvana dönüşüp doğaya salınacak olmaları, bu aslında bize bizi anlatmaktadır. Bu kapitalist sistemde aslında yaşananlar bize gösterilenden çok da farklı değildir. Bunun en büyük örneklerinden biri ise daha fazla gün kazanmak için insan avlamalarıdır. Başka birinin sırtından geçinme örneği olarak kapitalist düşünce hakimdir. Filmin yapısında dram olduğu kadar, komedi ve absürtlük ögeleri de mevcut. Bu mevcut ögeler sayesinde o dünyadan birazcık da olsa sıyrılıp, soluklanmamıza, nefes almamıza olanak sağlanıyor. Lanthimos, sistemin kucağına düşmemizi; eş bulamayan üyelerin, otel çalışanlarıyla beraber olması durumuyla bize anlatıyor. Ve bu durumdan kimse kaçamıyor, bir kıskacın içindeler bu da sistemin başındakilerin gücünü bize göstermekte ama bunu yaparken komediyi kullanması bize, şuan ki durumumuzu düşündürten, ağlanacak halimize güldüğümüzü bize anlatmaktadır.Otelin bünyesinde yaşanan bir diğer olay ise ‘’kamu spotu’’ tarzında bir propaganda şeklidir. Bu propaganda da eşe sahip olmadan çocuk yapmanın ne kadar kötü bir şey olduğundan bahsediliyor. Ve eş sahibi olamayan kadınların türlü sorunları olabileceğinden (tecavüz vs.) bahsediliyor. Evlilik onlar için, sistemin içerisinde, en önemli konu olarak ele alınıyor. David karakteri ise yaşadığı şeylerden sonra bu sistemden kaçmak isteyerek neden ona yardım ettiği belli olmayan kadın (aslında bir başkaldırışın içerisinde bulunmak isteyen bir kadın olarak yardım ettiğini varsayıyorum) David’in ormana kaçmasını sağlıyor. David Yalnız-Yürüyenler’e katılıyor. Bu sisteme karşı duran Yalnız-Yürüyenler’de kesinlikle duygusal bir ilişki yaşamak yasak. Bunlarla beraber tek başına kendi hayatlarını süren insanlar bize metropol insanlarını çağrıştırıyor. Yalnız-Yürüyenler’deki lider ise korkakama kendini ön planda göstermek isteyen bir liderdir. Miyop Kız karakterini kör ederek, karşısına birini koyar ve onunla savaşmasını ister ve bu onun için yeniden dirilme ögesi olarak, yenilmez imajını ona sağlamaktadır.
Lanthimos filmlerindeki o soğuk yapı bu filmde oldukça hakimdir. Hastasını alkollü olarak girdiği bir ameliyatta kaybeden Kalp Cerrahı, Dr. Steven Murphy’nin bu ‘’kutsal ölüm’’ üzerine yaşadıklarını anlatan film, her şeyin karşılığı olması gerektiğini vurgulamaktadır. Soğuk yapının hakim olduğu bu filmde genel yapı, materyalist olarak durağan açılarla, ve diyologlarla yüzelsel ilişkilere tanık oluruz, hiçlik algısına sahip olup aynı zaman da özdeşleşmeyi yıkan bir film izleriz.
Hastasının ölümünden kendini sorumlu tutmayan Steven yine de hastasının oğlu Martin’e göz kulak olur. Martin bu süreç içerisinde aileye girmeyi başarır. Steven’ın kızını kendine aşık eder, Steven’ı kendi annesiyle beraber olmasını ister. Aldattığından söz eder, ailenin yapısında değişikliklere sebep olur. Adalet tabi ki kana kandır. Martin bu küçük şeylerle yetinmeyecektır.
Filmin en büyük metafor unsurlarından biri Steven’ın saatidir. Bu Martin’in ona verdiği süreyi göstermektedir. Erkekler üzerinden bir anlayışa sahip olan filmde, Martin’in babasının yolundan gitmek istediğini, babasıyla Steven’ı karşılaştırmaya çalıştığını görmekteyiz. Ama bu karaktere zıt olarak da Bob karakteri babasına karşı bir karakter olup, annesinin mesleğini yapmayı ister. Martın’in gelmesiyle ailenin düzeninin bozulmasına karşın, aslında hiç bozulmayan bir yapı olduğunu da hissettirir çünkü aile üyeleri bir birinden kopuk yaşamaktadır. Bob’un gözlerinden kan gelmesi de ‘’Babaların günahlarını oğulları öder’’ mantığında olduğu söylenebilir. Bir hayata, ölüme karşılık bir fedakarlık yapılması gerekir, bir kurban verilmelidir. Filmin sonundaki öldürme sahnesinde ise aile arasındaki sevgi kırıntısını gördüğümüz nadir sahnelerden diyebiliriz. Steven’ın aslında kendi seçimini kendi yapmaması ve sonra ailedeki herkesin gözlerini ve ellerini bağlayarak, eline silah alıp kafasına bere geçirip rastgele ateş etmesi, karar veremeyen bir babanın dramı olarak yorumlanabilir. Ama sonunda oğlunun ölmesi üzerine tekrardan ‘’ babaların günahlarını oğulları öder’’ düşüncesine geri dönüyoruz. Kafe sahnesinde ise Martin’e kurbanın verildiğini göstermek için en uygun yöntem olarak verilmiştir. Martin’in kendi gözleriyle görmesi gereken kurbanlık. ( Filmin tam incelemesini okumak için lütfen sitemizden ”The Killing Of A Sacred Deer İncelemesi” ne bakınız.)
The Favourite
Kapalı kapılar artında yaşanan iktidar savaşı olarak adlandırabileceğimiz filmde Lanthimos kendi sinematografik yapısından çıkarak bize yeni bir dünya yaratır.
Bu dünya 18. Yüzyıl da geçen 3 kadın arasındaki iktidarı bize anlatır. Kraliçe Anne, cinsel yönden bağımlı olduğu Sarah ile kendi ülkesini yönetmeye çalışır. Sarah Kraliçe üzerinden kendi gücünü oluşturmaktadır. Kraliçe Anne, şişman, gut hastası, bakıma ihtiyacı olan ‘’çürüyen’’ bir karakterdir. Çürüyen bir karakter olması onun kendi ülkesi adına hem de kendisi adına da çürüyen bir karakter olduğunu bize vermektedir. Bu savaşa dahil olan Abigail, en alt rütbe olan mutfaktan, hizmetçilikten gelip, Kraliçe Anne’nin odasına kadar yükselmiş bu iktidar savaşının bir parçası olmuştur. Bu film aslında kadınların ne kadar güçlü, zeki olduğunu bize yansıtır cinstendir. Birine muhtaç olan bir kadın, iki iktidar isteyen kadın arasında geçen bu çekişme de, Abigail ‘’uyandırmak’’ üzere Anne’nin düşüncelerini değiştirerek Sarah üzerinde değişimlere yol açar. Anne kendisinin bir piyon olduğundan habersiz olarak şahmış gibi davranarak Sarah’ı kıskandırmak için Abigail’i odasına alır. Kadınların kendileri arasındaki çekişmeye dahil oluruz.
Açılarda balık gözü kullanması bize masalvari bir dünyanın izlemini vermektedir. Dönemine uygun kostüm ve dekorlarla bizi içine alan film Lanthimos’un tarzına uygun olarak bizi ötekileştirmez. Sınırlarımızı diğer filmlerin yapısındaki gibi zorlamaz. Ama metafordan vazgeçmeyen bir yapı hala hakimdir.
‘’Gerçek arkadaşlar yalan söylemez, güzelken güzel, çirkinken de çirkinsin der” Lady Malborough (Sarah) Kraliçe Anne ona arkadaşlığın anlamını sorduğunda.Sarah gibi film de bu “çirkinliği” yer yer bağrına basıyor. Sürekli kraliçenin gut yaralarını, Abigail’in gübre dolu bir çamura düşmesi, Sarah’ın yerlerde sürüklenmesi gibi. Ama bu “çirkinlik” anlarını, yaraları, pisliği ve çamuru, karakterlerin ilişkilerinde ve kişiliklerindeki kırılma noktalarını oluşturuyor. Ve bu çirkinlikler sayesinde karakterler, gelişiyor, değişiyor ve büyüyor. Aristokrasinin güzellik dayatmaları, burjuva sınıfının ne kadar üstün ve temiz olması gerektiğini savunmasına karşın, gerçek hayattan bahseden ve bunu yaparken ihtişamın eksik olmadığı, sınıf sınırlarını ortadan kaldıran bir film The Favourite.
Karakterlerin aslında kendilerinde çıkıp başka karakterlere büründüğünü de görmekteyiz. Bu karakterler şüphesiz ki Abigail ve Sarah karakterleridir. Bu karakterler film boyunca Arkadaş, çocuk, anne, baba, öğretmen, öğrenci, sahip, köle, sevgili, aşık, eş, düşman karakterlerinde oluyorlar. Bu da bize Lanthimos’un gösterdiği en büyük olay olay iktidarın değişkenliğini göstermektedir.
Alps
‘’Başka hiçbir dağ Alp Dağlarının yerini alamaz. Diğerleri onun yanında daha küçük ve zayıf durur ve yerini alamazlar.’’
Yorgos Lanthimos’un Alpleri, bize benlik arayışında olan insanları ve dahil oldukları hayatları anlatıyor.
‘’Alps’’ grubu ölen insanların yakınlarıyla bir anlaşma yaparak kısa süreliğine o kaybettikleri insanların yerlerine geçiyorlar aynı zamanda kendilerine söylenilen cümleleri söylüyor, hareketleri uyguluyorlar. Filme Jimlastikçi bir karakteri izleyerek başlıyoruz. Kendisini yetersiz bulan daha fazlasını isteyen ve Koç’un gözüne girebilmek için gerekirse kendi bedenini bile öne sürdüğünü, kendini kanıtlama çabası içine giren bir karakteri görüyoruz. Aslında güçsüz bu karakterin kendini öldürmeye bile deneyeceğini, vazgeçmişliğini görüyoruz. Bu bize aslında en başta yetersizlik izlemini vermeye yetiyor. İnsanın benliğindeki yetersizliğini.
Sahne değişiyor. Hastaneye kaldırılan bir hastanın, ambulansta doktorla konuşmalarına şahit olduğumuz bir sekansta başlıyoruz. Kıza en sevdiği aktörü ve hayatı hakkında sorular soruyor. Ve cevaplarını almaya çalışıyor.
Alplerin ortaya çıkışının resmileşme anını görmekteyiz.
‘’Başka hiçbir dağ Alp Dağlarının yerini alamaz. Diğerleri onun yanında daha küçük ve zayıf durur ve yerini alamazlar.’’ Sözüyle kendilerini resmileştiren Alp’leri tanımaya başlamaktayız. Ama asla kendi işlerinden bahsetmemeleri, kendi ailelerinden bile sakladıkları bir şey olduğunu ve bunu sessizce yapmaları gerektiğini düşünmelerinden kaynaklanmaktadır.
Spor salonunda toplanan Alp’lerin yanına onlarla çalışmak isteyen bir adam gelir. Elinde bir fotoğraf vardır. Kaybettiği arkadaşının yerine gelmesi için birini aramaktadır. Daha fazla şeye ihtiyaçları olduğunu söyleyerek, gözlüğün çok önemli olduğunu, oymuş gibi hissedilmesinin çok önemli olduğu vurgulanarak iş anlaşmaya varar.
Bu kısım ilk izlenildiğinde kendi başına bir anlam ifade etmeyen ve anlam karmaşasına yol açan bir sahnedir. Bu adam kim ve bu adamı neden buna benzetmeye çalışıyor diye. Ama buradaki asıl amaç kesinlikle izleyerek, bekleyerek, hissederek bunun anlaşılmasının sağlanmasından kaynaklanıyor. Buraya kadar olay çok sade bir şekilde ilerlerken bir anda işler değişir ama bu değişim küçük adımlarla başlamaktadır.
Hastane de Hemşire olarak çalışan karakterimiz filmin başrolü konumundadır. Kızla özel olarak ilgilenir ve ailesiyle özel olarak iletişime geçmektedir. Bunlar yaşanırken, karakterimizin babasıyla arasındaki ilişkiyi görmekteyiz. Sevgisiz diyerek nitelendirebileceğimiz bu ilişki de mutsuz bir kadının hayatına dahil olmaktayız. Alps’lerin işlerinden biri olarak kadının özel olarak biriyle ilgilendiğini ve diğer üyelerin de farklı insanlarla ilgilendiklerini görüyoruz. Ne gerekirse yapıyorlar. Burada kural onlara söylenen şekilde hareket etmeleri, o anları yaşamaları, o sözleri söyleyip, o hareketleri yapmalarıdır.
Sonunda kız ölür ve aileyle Hemşire anlaşarak onun yerine geçme işini alır. Evlerine gittiğinde, ailenin ona gösterdiği sevginin yanı sıra kızının ayakkabılarının kendi ayağına tam gelmesiyle işler değişmeye başlamıştır. Sinematografiyle bu etkiyi yaraktan Lanthimos, kendi ayakkabısı ve kızın ayakkabısı arasındaki durumu ikisinin arasında duran bir çizgiyle başlatmıştır. Bu anlaşmayı gruptakilere söylemeyen Hemşire’nin duygu durumunun ve düşüncelerin değişmesinden kaynaklı olduğunu söyleyebiliriz. Kendi hayatında mutlu olmayan karakterin benlik arayışının ilk adımlarını izleriz. Ve bu adımların yavaş yavaş sınırı nasıl aşacağını göreceğiz. Hemşirenin sınırlarını aşmaya başladığını, Tenisçi kızın erkek arkadaşını kendi erkek arkadaşı olarak anlatması ve ağlamaya başlamasından anlıyoruz.
Kendilerinin bile ‘’kayıplarının’’ yerlerine birilerini koymak istemelerini gruptaki üyelerden birinin berberini kaybettiği bir olayla anlamaktayız. Bu durum aslında olağan bir durum olduğunu böyle basit bir konuşma ve aileden olmayan bir karakter üzerinden bunu anlatması bize herkesin bir şekilde birilerini kaybettiklerini ve herkesin toparlamak için birine ihtiyaç durduğunu söylemektedir. ‘’Hüznü herkes yaşar.’’
Bu konuşma da şöyle bir cümle geçer. ‘’Ne zaman gitsem orada olurdu.’’ Artık orada olmadığı için Hemşire’den kendi favorilerini ve saçlarını kesmesini istiyor.
Filmdeki en önemli şeylerden biri kesinlikle ‘’popüler kültür’’ ve ‘’batılaşma’’ özellikleridir. Filmde hep adı geçen Los Angeles kupası, ‘’Eternity’’ yani Sonsuzluk adlı parfüm, ünlülerin Los Angeles’ta olması, Times dergisinin bahsi hep bu kuramlar üzerinedir. Ve hep özentilik çerçevesinde yaşayan insanların hayatlarına şahit oluyoruz.
Hemşire’nin benlik arayışına devam edecek olursak, sinematografiyle kesilen kafalar bu duruma çok büyük bir etken oluşturmaktadır. Kişiliklerin artık çok önemli olmadığını, değişken olduğu konunun ve söz konusu hayatın önemli olduğunu, iki karakter arasındaki durumun artık kişilik değil de hayat tarzı olmaya başladığını görmekteyiz. İnsanların yaptıklarını izlerken sahne içerisinde kim önemliyse onun net olması, diğer insanların fluya düşmesinin sebebinin karakteri diğer insanlardan soyutlamasıyla özdeşleştirilebilir.
Kendisini düşünerek bu işi kabul etmesi, gruptan atılmasıyla son bulur. Sonrasıyla babasıyla bir konuşma da annesi ile ilgili sorular sorar, babasından bahsederken şunu da söylemek gerek beraber dansa giderler ve orada hep bir partneri vardır bu da babasıyla arasındaki ilişkiye bir engel daha ekleyerek kendisinin biraz daha geride kalmasını sağlayacak bir durum yaratmıştır, babasına soru sorarken babasına cinsellik boyutunda dokunmaya başlaması ve tokat yemesiyle evden çıkan hemşire danstaki babasının partnerinin yanına giderek onunla dans eder ve hırpalar. Bunlar karakterin artık climax’e ulaştığı noktadır. Tenişçi kızın evine zorla girerek onun yerine geçmeye çalışması ve ona söylenenleri tekrarlaması, zorla evden atılması artık kendi benliğini bulamayan bir insanın kayboluşunu bize göstermektedir.
Bu film benliğini bulmaya çalışan bir karakterin kayboluşunu anlatmaktadır.
Filmlerin konusunda, benlik arayışları, aile bağlarından bahseden Lanthimos bize, sinematografiyle filmlerine anlam yükleyerek , bize aslında her şeyin bize sunulmaması gerektiğinin bazı şeyleri anlamak ve fark etmek için daha derinine inmemiz gerektiğini göstermektedir.