Soğuk Savaş (Zimna Wojna) Film İncelemesi
4 min read
Bu sefer de Zula ve Wiktor’un hikayesi gözümüzün önünde canlanıyor. Yönetmen Pawlikowski’nin ailesinden esinlenildiği için Soğuk Savaş hemen gerçeklik payesini hak ederek hızlı bir giriş yapıyor. Bu bir aşk hikayesi. Şu karantina günlerinde mutlu sonla bitmediğine şükrediyoruz. Üzülüyoruz orası ayrı, zaten film grinin her tonunu damardan zerk ediyor. Bu bir aşk ve bu aşkın pek çok eksiği var, en başta bu aşk nasıl başladı? Yönetmen, belki de bilinçli bir tercihle bize bunu vermekten imtina ediyor. Bu yüzden klasik bir aşk hikayesinin temel unsuru olan, seçtiğimiz karaktere ucundan aşık olma zevkini tadamıyoruz. Ama bağımsız sinema da genel olarak bizi olduğumuz yerde, izleyici pozisyonunda tutmaya, ve akli melekelerimiz ve bedenimizi kademeli ve sınırlı olarak aşırmaya azmetmiş gibidir. Sınırını yöntemiyle aşar, ama pikseller arasından ruhumuza nüfuz etmeyi günümüzde pek tercih etmemekte gibidir. Burada tabii birçok bakış açısı getirebiliriz. Bir bakış açısı şöyle, ki ben böyle hissettim, Zula ve Wiktor arasındaki iki yönlü mıknatısa benzer şekilde film tarafından içerildim ve dışarı atıldım. Yakaladığım yerden çıkardığım yorumları şöyle dizebilirim:
Bir yandan Zula, bir kadının aşkı nasıl yaşamak istediğini ve yaşayamadığını, ki bu cürmün bir sorumlusu da filmde Wiktor’dur, bize apaçık gösterir. Wiktor sorumludur, çünkü soğuktur, savaşmamaktadır ama sevişmemektedir, ağzından sözcükler donuk dökülmektedir, arada kalmaktadır, kalbe erişememektedir. Ha sevmektedir, ama sahip çıkmamaktadır, belki de ilkel görülebilecek sahiplenme ihtiyacını hissetmemektedir, aşkı büzüşük bir parça bayram çikolatası gibidir, ancak kendi kendine yetmektedir. Sorumludur, ancak suçlu değildir. Belki de sorun ilk soruda aranmalıdır: bu aşk nasıl başladı? Çünkü önünde sonunda Wiktor, olduğu gibidir. Gerçi olduğu gibi olmak pek emek istemez ve aşk da çoğunlukla bunla yetinmemektedir. Ama ne olsun, en azından üzüntümüzü gerçek bir hikayeye hasrederek, birkaç anıyı daha yad ediyoruz.
Öte yandan Zula, ki Zula hareketli, canlı, çözülmüş bir kişiliktir. Wiktor gibi o da, ama bu sefer gerçekten, olduğu gibidir, telleri ayırarak ulaşmak gerekmez sözün özüne, gırtlağını ta önümüze koyar. Uyumlu bir şekilde Zula, çok güzel şarkı söylemektedir. Zaten ipin ucu orda çekilmiştir.
Başı sona alarak, Polonya’da yetenekleri toplayan bir halk korosu oluşturulmasıyla başlamaktadır hikaye. Bunlar köklerden gelen şarkılardır fakat yüzeye çıktığımızda zamanın Polonya’sının sosyalist ideolojisi bu girişime adını yazdırmadan duramaz. Müzik, Stalin ve Komünist Parti programı içinde yer edinmeye çalışacaktır. Entelektüel gururu içinde, ki bunun haksız olduğunu söylemeye muktedir değilim, Wiktor bunu kabullenemez. Grubun gittiği Berlin konserinde çözüm kaçışta belirir. Ama kaçmak için yeterli umudu Zula bulamaz içinde. Belki de her şey çok kötü olacaktır.
Yay bir kez gerildiğinde kendini tekrarlamaktan vazgeçmeyecektir. Zula ve Wiktor defalarca kendilerine ve birbirlerine dönerler. Araya devletler girer. Başka da kimse giremez. Ama zaman, zaman kendini gösterir. Son defa bir araya geldiklerinde, belki de artık umuda yürüyecek yürek kalmamıştır.
Sadece hayatın ta kendisi, film bu şekilde oraya konulur, sadece hayat, işte bu, ve böyle oluyor, böyle gidiyor, yapacak hiçbir şey de yok. Aşkın bir disiplini yok.
Yönetmenin ise olduğu pek açık. Kararlılıkla gözümüzü perdenin arkasından çekip alarak, “işte buna bakacaksınız, önemli olan bu” der. Bak, gör, unut/ma. Müzikler bu konuda bize sahiden yardımcı olur. Görürüz, bakarız, ve hissederiz, geçmiştir bir şeyler, ve ama bitmez, bitirilir. Karakterler hikayenin yönünü elimizden alır ve dünya evine göklerden giriş yaparlar. Bir şeylerin sadece kalması için son kez bitirilmesi gerekir. Güzel kalanlar ölülerdir.
Sonuç itibarıyla hikayenin pek çok noktası seyirciye malum olmuyor ama bir yerde önemli olan da hikaye değilmiş gibi hissediyorum, sözlü nostalji tabii ki fotoğraflar üzerinden hissedilmeye kadirdir. Fotoğraflar, müzik, fotoğraf albümüne benzer bir ambiyansla çekilen film de bu görüşümü doğrular gibi. Fotoğraf albümleri de çoğu zaman, taşıdıkları zamanın ağırlığına karşın kendilerine ait oldukça kısa ve öz bir zaman dilimine layık görülür. Soğuk Savaş’a da kısa ve öz diyebiliriz, ve tabii ki güzel bir film, ki gerçek anlamıyla güzelliğin güçlü bir sıfat olduğunu düşünüyorum.
Film incelemelerimize buradan ulaşabilirsiniz.