Phoenix(2014) Film İnceleme
3 min read
Christian Petzold’ün 2014 yılında izleyicisiyle buluşan Phoenix’i, etkileyiciliğini yalınlığı üzerine inşa eden bir film. Phoenix Film İnceleme
Savaş sonrası Batı Berlin’de geçen film, toplama kampından kurtulmayı başarmış bir kadının hikayesine odaklanıyor. Nelly, Holocaust’un ilk döneminde kocasının da yardımıyla Nazilerden saklanmış, fakat en nihayetinde yakalanıp tutsak edilmiş. Yaşadığı işkenceler sonucu yüzünü kaybetmiş olan Nelly’nin önce ciddi estetik operasyonlarla eski fiziksel görünümüne dönme çabasını, sonrasında kocası Johnny’yi durmak bilmeyen arayışını izliyoruz. Bu süreçte her daim yanında bulunan, bir nevi hayata dönmesine vesile olan Lene, ona her ne kadar kocasının ihanetine uğradığını söylese de o, bu gerçeği önemsemeden Johnny’yi aramaya devam ediyor. Belki de aslında aradığı geçmişi. Savaştan, felaketten, bu kendisinin değilmiş gibi hissettiren yüzden, hepsinden önce sahip olduğu hayata kavuşmak istiyor. Onu Filistin topraklarına yeni bir hayat kurmaya gitmekten alıkoyacak herhangi bir sebebe tutunmaya hazır.
Nelly böylesi sebeplerle Johnny’ye geri dönmek isterken Johnny, Nelly’nin hayatta kalmış olabileceğine inanmak istemiyor. “Nelly’ye çok benzeyen bu kadın” sayesinde, karısının mirasına sahip olabileceği düşüncesinde. Önündeki bariz gerçekleri defalarca görmezden gelip, ayağına gelen bu kadının aynı karısı gibi görünüyor, yazıyor ve yürüyor olmasının bir mucizenin ürünü olduğuna kendini ikna etmesinin sebebi, vicdan azabının esiri olmuş olması aslında. Çünkü Nelly’nin dönmesi, ihanetinin gün yüzüne çıkması demek. Kapısına kadar gelen bu mucizevi kadının yüzüne ancak kendini karısı olmadığına inandırdığı takdirde bakabiliyor. Bu iki karakterin çatışması, aynı zamanda Nelly’nin de tekrar Nelly olma mücadelesi, kimliğini yeniden kazanma yolculuğu.
Petzold’ün sinema dilinin en belirgin özelliği olan yalınlığı, Phoenix’te de anlatımın öne çıkan bileşeni. Filmin her noktasına nüfuz etmiş dingin hava alışılmışın dışında bir savaş anlatımı ortaya çıkarıyor. Bir benzerini Alman yönetmenin 2018 yapımı filmi Transit’te de görebilirsiniz. Savaşı ve takip eden yıkımı tema edinmiş birçok filmde görmeye alıştığımız şiddetli cephe sahneleri, gürültülü çatışmalar, ve savaş sonrası yok olmuşluk onun filmlerinde yerini sakinliğe ve sessizliğe bırakıyor. Bu garip kontrast bana kalırsa anlatımı oldukça güçlendiriyor. Çünkü bu dinginliğin ana kaynağı huzur değil, çaresizlik. Çatışmalar, dağılan aileler, dönüşüm yaşayan toplum yapısı ve tüm bunların kendini her gün yeniden ürettiği, yıllar süren bir kaosun kanıksandığı bir tablo var karşımızda. Bu çukurun içinde de kimliğini arayan, yeniden “biri” olmak isteyen karakterlerin umarsız debelenişi.
Böylesi bir tablonun olabildiğince süssüz anlatılması, kritik bir üslup tercihi. Duyguların dışavurumu minimal seviyede. Müzik kullanımı olabildiğince az. Abartı, en uzak durulan kavram. Dolayısıyla çarpıcı olaylar ve beklenmedik gelişmeler de daha vurucu bir etki bırakıyor üzerinizde. Akıcı kurgu da üslubun yalınlığıyla birleştiğinde, tüm elementlerin pürüzsüzce iç içe geçtiği bir yapı ortaya çıkıyor. Film gerçekten de 1 saat 38 dakikaya sığabilmiş. Hem gereksiz kısımlarından arındırılmış, hem de yoğunluğuyla izleyiciyi devamlı içinde tutmayı başarıyor.
Tüm bunların yanında Phoenix’in benim gözümde, Petzold’den izlediğim ilk film olan Transit’in küçük bir adım gerisinde olduğunu söylemem gerek. Her ne kadar daha çarpıcı bir sona sahip olsa da, Transit’in insanın içinde bıraktığı o çaresizlikle karışık boşvermişlik hissine benzer kuvvette bir his bırakamadı Phoenix. Yine de zaten böyle farklar çok iyi filmleri iyi filmlerden ayıran ufak detaylar. Phoenix de yalınlığıyla, duruluğuyla ve hafızalara işlenen finaliyle gözden kaçmaması gereken filmlerden.