Nomadland: Evini İçinde Taşıyanların Hikayesi
5 min read
Chloé Zhao, ikinci uzun metraj filmi The Rider ile dünya genelinde büyük beğeni toplamış, ülkemizde ise 2018 İstanbul Film Festivali FIPRESCI Ödülü’ne layık görülmüştü.
Kariyerinin daha ilk senelerinde, son 10 yılın en iyi yönetmenleri listelerine adını yazdırmayı başaran Zhao bununla yetinmedi. 2020 yapımı son filmi Nomadland ile önce Venedik’te Altın Aslan, bir hafta sonra Toronto Film Festivali’nde Halkın Seçimi ödüllerini kazandı. Hem Venedik hem Toronto’da büyük ödülü kazanan ilk film olarak tarihe geçen Nomadland tüm dünyada 2020’nin belki de en çok beklenen filmi oldu.
Bu yıl pandemi sebebiyle birleştirilen İstanbul Film Festivali ve Filmekimi gösterimlerinde izleyiciyle sinema salonlarında buluşan tek program Filmekimi Galaları oldu. Biz de Nomadland‘i bu program sayesinde izlemiş olduk.
Bir Yol Hikayesi
Nomadland ile ilgili söylemek, konuşmak istediğim çok şey var aslında. Bu yüzden nereden başlayacağıma karar vermek epey zor oldu.
Jessica Bruder’ın Nomadland: Surviving America in the Twenty-First Century adlı kitabından uyarlanan bu film her şeyden önce bir yol hikayesi. 2011 ekonomik krizi sebebiyle işini kaybeden altmışlı yaşlardaki Fern’ün karavanı ile Amerika’nın batısına doğru yola çıkışıyla başlıyor Nomadland.
Film boyunca Fern ile birlikte Amerika’nın en soğuk yerlerinden çöllerine, çöllerinden kanyonlarına giderken yaşlılığa henüz adım atmış bu kadın hakkında yeni şeyler öğreniyoruz. Ancak Fern ve geçmişi hakkındaki bu bilgilerin neredeyse hiçbiri seyirciye doğrudan verilmiyor. Ve bence Nomadland‘in kazandığı büyük başarının doğum yeri tam olarak burası.
Fern’ün eşyalarını bir garaja kapatmasıyla başlayan filmde daha en baştan, her şeyini kaybettikten sonra hayata devam etmeye çalışan bir kadının iç soğukluğunu, bulunduğu coğrafyada görüyoruz. Tıpkı Fern’ün hayata ve insanlara hissettiği soğukluk gibi, etraftaki her yer buz ve kar kaplı. Tıpkı kayıp acılarından hemen sonra yaşanan zihin bulanıklığı gibi, Fern’ün çalıştığı fabrikada da her şey çok hızlı ve her yer çok kalabalık.
Bir süre sonra karavana atlayıp Amerika’nın çöllerine doğru yola koyuluyor Fern. Burada farklı sebeplerle Amerika’nın kalabalık yaşantısından kopmak istemiş, kendi gibi göçebe kimselerle tanışıyor. Eski arkadaşlarından biriyle görüşmeye başladığını, yeni arkadaşlıklar kurduğunu görüyoruz.
Aidiyet hissi duyduğu herkesi ve her şeyi kaybetmiş birinden yeni ilişkiler kurmasını beklemek zordur. Bu zorluk elbette Fern için de geçerli. Burada yine karakterin yaşadığı zorluğu söyledikleri ya da yaptıklarıyla değil, Zhao’nun kamera kullanımıyla hissediyoruz. Bir duygusal kırılma anında kameranın kaktüslere dönmesi ile seyirciler Fern’ün yeni ilişkiler kurarken istemeden çıkardığı dikenleri adeta kendi bedenlerinde hissediyor.
Film boyunca Fern’ün duygusal kırılmaları ve geri dönüşleri yol ile birlikte ilerliyor. Bence sürekli ilerleyen bir hikaye ya da yol yerine, geri dönülen rotalar tercih edilmesi tam da bu yüzden. Fern’ün gittiği ya da geri döndüğü yerler hem coğrafi olarak hem de bir rota olarak duygusal durumuyla tam olarak örtüşüyor.
Bir yol filmi olarak bolca doğa manzarası gördüğümüz Nomadland‘de coğrafi özelliklerin ve iklimin karakterle tamamen iç içe geçecek şekilde kullanılması takdire şayan. Film boyunca ana karakter hakkında doğrudan aldığımız bilgi bu kadar kısıtlıyken, seyirciler olarak Fern’ün hissettiklerini bu kadar iyi hissedebilmemiz bana göre kesinlikle bir yönetmenlik başarısı.
Nitekim filmin sonlarına doğru bir arkadaş konuşmasında eşini kaybettikten sonra kasabayı neden terk edemediğini, evini kaybettikten sonra neden karavanda yaşamaya başladığını açıklıyor Fern. Buram buram dram kokan bir hikaye olabilecekken bu noktada yalnızca bir damla göz yaşı akıtıyor film. Seyirciler olarak biz de Fern gibi, taşıması zor bu acıyı içimize gömüp yanımıza alıyoruz.

Nomadland Soruyor: Ev Yalnızca Bir Kelime midir?
Fern’ün ilk durağı olan Amazon fabrikasında arkadaşlarıyla sohbetine konuk oluyoruz. Yemek yerken içlerinden biri dövmelerinden bahsediyor. Morrissey’den bir alıntı var kolunda: “Ev sadece bir kelime midir yoksa içinde taşıdığın bir şey mi?”
Bu sorunun cevabını doğrudan Fern veriyor aslında. Eski öğrencisiyle karşılaştıkları spor mağazasında annesinin Fern’den evsiz olarak bahsettiğini söylüyor bu öğrenci. “Evsiz değilim, sadece evim yok. Aynı şeyler değil di mi?” diye cevaplıyor Fern. Ev bazıları için sadece bir kelimeyse de Fern o bazılarından değil.
Filmin ismi Nomadland‘i “göçebeler diyarı” olarak Türkçeleştirebiliriz sanırım. Fern’ün çıktığı yolculuk bizleri göçebeler diyarına, evini içinde taşıyanların yurduna götürüyor.
Belgesel Stili ile Şiirsel Bir Anlatı
Filmin uyarlandığı Nomadland: Surviving America in the Twenty-First Century kitabı aslında bir kurmaca değil. Zaten filmin en başında seyirciye 2011 ekonomik kriziyle kapanan bir fabrika hakkında bilgiler veriliyor. Hatta bazı oyuncular filmde bir bakıma kendilerini canlandırıyorlar. Tüm bunlara film boyunca yer yer Amerikan sistemine yöneltilen eleştiriler eklenince belgesel stilinin bilinçli bir yönetmenlik tercihi olduğunu anlıyoruz.
Ana karakterin duygusal değişimlerine çizilen yol rotası ile eşlik ettiğimizi söylemiştik. Bu yol boyunca çevreye dair gördüğümüz her şeyi eşsiz güzellikte doğa manzaraları olarak bize sunuyor Chloe Zoe. Doğayı tüm çıplaklığıyla gördüğümüz uzak çekimler sayesinde Fern’ün hislerine de tüm çıplaklığıyla erişebiliyoruz. Buna bir de karaktere eşlik eden müzik eklenince, filmin bazı noktalarında insan kendini gerçekten de bir şiiri izler gibi hissediyor.
Bu kadar gerçek bir hikayeyi, bu kadar büyülü bir şekilde izlemek oldukça farklı bir deneyim. Chloé Zhao’nun eski filmlerini de düşünecek olursak belgesel stili üzerine kurulan bu şiirsel anlatıyı bir yönetmen imzası olarak değerlendirmek gayet mümkün.
Diğer film inceleme yazılarımıza buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.