Dolor y Gloria ( Pain and Glory-2019) Film İncelemesi
5 min read
Dünyaca ünlü yönetmen Salvador Mallo, kariyerinin düşüş evresinde. Migren, ülser, nefes darlığı gibi sağlık sorunlarına eklenen depresyon döngüleri ve uykusuzluk problemi elini kolunu bağlamış ve artık onu üretememeye mecbur bırakmış. Hala söyleyecek sözü, anlatacak yeni bir hikayesi olduğunun bilincinde olmasına rağmen ne enerjisi var ne de hevesi. Kendini mahkum bıraktığı bu “emeklilik”, aslında yaratma tutkusundan alıkonulan bir sanatçının ruhunun yavaş yavaş ölüme terk edilişi. Böylesi bir yok olma süreci ise fiziksel ve ruhsal tüm hastalıklardan daha acılı ve katlanılmaz.
Salvador, kendini tutkularından uzaklaştırdığı bu dönemde beklenmedik bir istekle karşılaşıyor: 32 yıl önce ismini duyurmasını sağlayan filminin yeniden gösterimini yapmak isteyen bir sinema, onu ve arasının bozuk olduğu, filmin baş aktörünü gösterim etkinliğine davet ediyor. Tozlu rafların arasındaki geçmiş bir defa eşelendiğinde gerisi gelir ya, işte Salvador da bu başlangıç sonrasında birbiri ardına unutulmuşlarla yüzleşirken buluyor kendini. Aile, ilk arzular, büyük aşklar, ısırdığı kadar iç kıpırdatan hatıralar düştüğü çukura el uzatıyor. Ya o eli tutmalı ve kendini yeniden yaratmalı, ya da evindeki tabloların yanında kendi antika yerini almalı.
Pedro Almodovar’ın özgün sinema diline pek çok farklı noktadan hayran kalmak mümkün. Fakat bir Almodovar filmini ortaya çıkaran tüm bileşenler arasında önem hiyerarşisi kurmamız gerekseydi, en üst sıraya “samimiyet” yazardık sanıyorum. Ruhunu filmlerine hiçbir filtre kullanmadan, en saf, en duru haliyle aktarmayı hep başarıyor. Ana karakterlerini, topluma ve çevresindekilere karşı kuşandıkları zırhlarından, maskelerinden adım adım soyuyor ve öyle çıkarıyor karşımıza. Karakter dönüşümüne odaklandığı filmlerindeki bu arındırma işlemi, aslına bakarsanız en saf duyguları keşfetmek için çıktığı yolculuğun bireyler üzerindeki tezahürü bir bakıma. Salvador Mallo da güzelliği, aşkı, renkleri, anne şefkatini, tutkuyu el değmemiş, hayat kaygılarıyla bulandırılmamış, kirletilmemiş haliyle arayan Almodovar’ın, kurgusal düzlemdeki yansıması.
Yaratma ve yarattıkça varolma yolunda rotadan ayrılmış Salvador’un imdadına en sık yetişen, duyguları en pür haliyle ilk kez tecrübe ettiği dönemi oluyor, yani çocukluğu. Almodovar’ın çizdiği çocukluk, Salvador’un bugününe dair kurmamız gereken neden-sonuç ilişkisinin bir ayağını oluşturmaktan çok daha fazlası. Kadın figürü bu noktada kritik öneme sahip. 2006 yılında izleyicisiyle buluşan Volver filminde, Almodovar’ın kadını tüm açılardan şaşırtıcı bir başarıyla anlattığını görebilirsiniz. Volver’de, geçmişlerindeki kapanmayacak yaralara rağmen kendi ayakları üzerinde sapasağlam duran kadınlar, köy yaşamının içtenliği, komşuluk bağları ve dayanışma üzerinden anlatılır. Her ne kadar odak noktası bu filminde kadın olmasa da, Dolar y Gloria’da bir kez daha kırsalın saflığına başvuruyor Almodovar, öyle ki sanatçının benliğini annesiyle ve köy yaşamının masumiyetiyle dolu ilk hatıralar oluşturuyor. Ruhu en içten duygularla dolu olan bu anne figürünün küçük oğluna duyduğu tüyler ürpertici yoğunluktaki sevgi ve şefkat, sanatçının durmak bilmeyen hakikat arayışının kaynağını inşa ediyor. Sanatçı, eşi benzeri görülmemiş bu sevgi ve şefkatle yoğurulduğundan, ömrünü çocukluğunun masumiyetine yaklaşan duyguları elde etmeye harcayacak, bu gayeyle üretecek, bu yolda nefes alacak. Aradığını bulamamanın, içindeki boşluğu dolduramamanın hayalkırıklığıyla daha da derinlerde dolanacak. Bulduğu her saflık kırıntısının dışavurumuna şaheser diyeceğiz bizler de. Almodovar’ın Salvador aracılığıyla hem izleyiciye, hem perdenin diğer tarafındaki Salvadorlara hatırlattığı işte bu: Sanatçı gezgindir, nihai hedefine ulaşamayan, aradığının kırıntılarıyla yetinen, ürettiği her şaheseri yola tekrar koyulmak için basamak olarak kullanandır.
Almodovar’ın çerçevesinin içindeki bu yolculuk, inişleriyle ve çıkışlarıyla oldukça dinamik bir varlık. Dinamizmi pekiştiren, anlatılanı durağan, sıradan bir yoksunluk hikayesinden çok daha fazlası haline getiren ise büyüleyici estetik anlayış. Yönetmenin renk kullanımındaki başarısı bütün filmlerinde göze ilk çarpan görsel element olmuştur, özellikle samimiyetinin, anlatımdaki sıcaklığın dışavurumu olarak kırmızıya sık sık başvurur. Fakat Dolor y Gloria’da renk paletinin özellikle kostümler üzerindeki çeşitliliği zirveye ulaşmış. Set tasarımı ve dekorlar da kostümlere eşlik edince ortaya rengarenk, iç açıcı dünyasının içinde boğulan, gittikçe dibe batan bir adam portresi çıkmış, ve üslupla içerik arasındaki bu çelişki anlatımı oldukça güçlendirmiş. Bunun yanında renk geçişlerindeki ahenk, ki bu zaman zaman derin kontrastların uyumu, her bir planı izlemeye değer kılıyor. Film bitince bile birçok planın zihninize şimşek hızıyla yerleştiğini ve neredeyse tüm detaylarıyla belleğinizde canlı kaldığını fark ediyorsunuz.
Sonuç olarak, Almodovar Dolor y Gloria’da, lafta kolay, pratikte ise altından kalkması oldukça zor bir işi başarıyor: İnsanı en çıplak haliyle, doğru renkleri kullanarak anlatıyor. Acı ve zafer arasındaki ilişkiye kaidelerin dışından bakarak yapıyor bunu; sanatçının zafere, acılarının üstesinden gelerek değil, onları yolculuğun merkezine koyarak ulaşabileceği gerçeğini hatırlatıyor. Belki de asıl hedefi bu gerçeği kendine hatırlatmaktı. Fakat Salvador Mallo’nun başta mütevazı görünen yolculuğu, arayışında, üretim sürecinde engellerle karşılaşıp vazgeçme aşamasına gelen herkesi, tutkularını yeniden keşfetmeye iten bir başyapıta dönüşüyor. Almodovar sessiz sedasız ilham vermeye devam ediyor.