Dogma 95’ten Bir Auteur: Trier Sineması
2 min read
Danimarkalı auteur yönetmen Lars von Trier, 40 yılı aşkın kariyerine pek çok tartışmalı filmi sığdırmış bir yönetmen/senarist. Avrupa avangard sinemasının belki de en önemli ismi ve öyle olmaya devam edecek gibi. Trier sineması ve filmlerinin Cannes ödüllerine varan yükselişi, 11 yaşındayken hediye edilen bir kamera ile başlar. Daha sonra Cannes’da yaptığı konuşmanın Hitler sempatizanlığı olarak yorumlanması ile adı ‘istenmeyen kişiye’ çıktı. Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg ile oluşturdukları Dogma 95 akımının takipçilerinden biri oldu ve ‘yemin etti’.
Popüler sinemaya karşı saf sinemayı savunan ve pek çok sert kurala sahip Dogma 95 kuralları
- Çekimler stüdyo dışında yapılmalı, sahne donanımı ve setler içeri taşınmamalı.
- Ses kesinlikle görüntülerden ayrı olarak üretilmemeli.
- Kamera elde taşınıyor olmalı.
- Film renkli olmalı,
- Işıklandırma kullanılmamalı,
- Zaman ve mekan yabancılaştırmaları olmamalı.
Bu sinema anlayışının amacı, von Trier’in şu sözlerinde yoğunlaşıyor; ‘film ayakkabının içindeki bir taş gibi olmalıdır ‘der ve tekrarlar;
Benim işim tahrik etmek, çünkü iyi filmi, ancak öyle elde edersiniz
Von Trier sineması, toplumun sorgulamayı aklına bile getirmediği sosyal, siyasi, etik gibi konuları tersyüz ediyor, kabuk bağlamış yaraları deşiyor, bakış açımızı değiştirmeye çağırıyor. Dogma 95’in kendine getirdiği kurallara uyup uymadığı tartışmalı bir konu ama von Trier özelinde Dogma’dan sonraki ikinci filmi The Idiots (1998), akımın karakteristik özelliklerini fazlasıyla taşır. Gerizekalı taklidi yapan bir grup gencin, toplumla ve kendileriyle çatışmalarına odaklanır. Dancer in the Dark (2000) ile Cannes’da Altın Palmiye ve en iyi aktris ödüllerini toplarken, yarı kör bir fabrika işçisinin hayatına odaklanır. Dogville (2004) ve Manderlay (2005), von Trier’in uçak korkusu sebebi ile Avrupa’da çekilir fakat konusu Amerika’dır. Odak noktası, bir tiyatro sahnesi şeklinde ütopya/distopyalar kurarak, toplumsal ilişkilerin açmazlarına, insan doğasına, zannedilen ve gerçek arasındaki karşıtlığa, iyi ve kötü arasındaki geçişkenliği gösterir .The House that Jack Build (2018) ile bir katilin itiraflarına odaklanırken, içeriğin itici yapısı ve apaçıklığıyla bizi onunla empati kurmaya ‘zorlar’.