Close-Up (1990) Film İncelemesi
7 min read

Close-Up gerçek bir hikayeye dayanıyor: Hossein Sabzian isimli bir adam, kendini zengin bir aileye ünlü yönetmen Mohsen Makhmalbaf olarak tanıtır. Onlara evlerinde bir film çekmek istediğini, hatta filminde onları da oynatmak istediğini söyler. Buna sevinen Ahankhah ailesi Sabzian’ı baştacı eder, evlerinde ağırlar. Rolünün getirdiği statüye, güce ve saygıya hayatı boyunca hiç sahip olamamış Sabzian ise söylediği yalana bağımlı hale gelir. O yalanı devam ettirmek için sürekli başka yalanlar söyler. Kendi gerçekliğiyle girdiği rol arasındaki çizgi silikleşir. Kendini yalanına kaptırır, yalanını hakikati olarak kabul eder. Ama sonunda gerçek ortaya çıkar ve hapse atılır. Ne var ki Sabzian’ın suçu net değildir. Ailenin evinden hiçbir şey çalmamış, onları dolandırmamıştır. Sabzian tam da ne olduğu belirlenemeyen, kanunda parmakla gösterilemeyen bir suç yüzünden yargılanır.
Abbas Kiarostami, bu olayı bir gün gazetede okur. Üzerinde çalışmakta olduğu başka bir projeyi yarım bırakır ve yapımcısıyla konuşup bu filmi çekmeye koyulur. Sabzian’ı ve Ahankhah ailesini filmde oynamaya ve yaşadıklarını yeniden canlandırmaya ikna eder. Bu zorlu bir süreçtir çünkü iki taraf da olayı kendi açısından anlatmaktadır. Önceden hazırlanmış bir senaryosu bulunmayan bu filmi çekerken Kiarostami, iki tarafın da kabul edeceği diyaloglar yazmakta epey zorlanır. Yönetmen, filmde Sabzian’ın davasının görüleceği mahkemeye de gider ve duruşmayı filme almak için hakimden izin alır. Close-Up da omurgasını işte bu iki gerçeklikle oluşturur: Bir yanda , hikayedeki herkesin hazır bulunduğu duruşmada çekilenlerden ve şahıslarla gerçekleştirilen röportajlardan oluşan “gerçek” sahneler. Öte yanda, tüm oyuncuların kendilerini oynadıkları, yaşadıklarını yeniden canlandırdıkları kurmaca sahneler. Film işte bu iki tür gerçeklik arasında mekik dokur, finalde ise bambaşka bir gerçekliğe ulaşır.
Kiarostami’nin başarısı, filmin konusu ve üslubunu ustalıklı bir biçimde iç içe geçirmesinde yatıyor. Gerçeklikle kurmaca arasındaki muğlak ilişkiyi anlatan Close-Up, aynı ilişkiyi sinema diline de taşıyor. Filmi izleyen seyirci için de, aynı Sabzian gibi, gerçeklikle kurmacayı ayırt edemez hale geliyor. Hangi sahnenin doğaçlama ya da önceden kurgulanmış olduğunu kestiremiyoruz. Ve aynı Sabzian’ın seyirciden yönetmen ve oyuncuya dönüşmesi gibi filmde Kiarostami’nin de yönetmenden oyuncuya ve seyirciye dönüşmesini izliyoruz. Close-Up filmini bu kadar başarılı kılan da işte bu:hakikiliğin sürekli sorgulanmasını, onu gerçekten de sürekli sorgulayarak ve sorgulatarak işliyor. Kanadalı düşünür Marshall Mcluhan’ın “The Medium Is The Message” kitabında belirttiği gibi, araç iletinin kendisi oluyor. Kiarostami’nin bir aracı olarak sinema dili, iletmek istediği mesajın kendisine dönüşüyor. Öz ve biçim, tek bir bütün haline geliyor.
Filmin senaryosu ve ona ilham veren gerçek olay, gerçeklik ve yanılsama arasındaki gerilimden besleniyor. Sabzian, Ahankhah ailesine basit bir yalan söylemekle kalmıyor; onlara ayrıntılı bir kurmaca sunuyor. “Evinizde bir film çekeceğim” diyor, ve ailenin buna inanmasıyla Sabzian’ın filmi başlıyor. Hem onları bir yönetmen olarak yönetiyor (bu durumda onlar da oyuncular oluyorlar) hem de bir oyuncuya dönüşerek yönetmen rolüne bürünüyor. Rolünü daha inanılır kılmak için anlattığı yalan hikayelerle ise Ahankhah ailesini bu sefer de seyirci yerine koyuyor. Hikayedeki roller birbiriyle kesişip duruyor. Böylece tıpkı seyircinin bir filmin başında yönetmenin sunmak üzere olduğu kurmacayı sorgulamadan kabul etmesi gibi, Ahankhah ailesi de Sabzian’ın sunduğu sahte gerçekliği kabul ediyor.
Gerçeklik ve kurmaca arasındaki bu gelgitli karmaşık ilişki, bu olayların filme çekilmesiyle daha da karmaşıklaşıyor. Çünkü izlemekte olduğumuz, olayların kendisi değil, Abbas Kiarostami tarafından hazırlanmış bir temsili. Kendimizi başka bir kurmacanın içinde buluyoruz. Kurmacanın bu katmanında da neler olduğunu anlamak o kadar kolay değil. Filmin omurgasını oluşturan iki farklı “gerçeklik” var: biri belgesel gerçekliği, öteki film gerçekliği. Oyuncuların kendilerini yeniden canlandırdıkları sahneleri ayırt etmek çok zor değil, çünkü duruşmadan önceki olayları anlatıyorlar ve bu sahnelerde kamera yalnızca izleyici konumunda kalıyor. Belgesel nitelikli sahnelerde ise Kiarostami’nin sesini duyuyoruz, kişilere olay hakkında sorduğu soruları dinliyoruz. Bazen kadraja boom mikrofonu dahi giriyor, buradan bu izlediğimiz sahnelerin sinemacı değil de gazeteci bir Kiarostami tarafından çekildiğini anlıyoruz. Yönetmen, (şimdi de)* muhabir rolüne giriyor.
Filme dair bir şeyleri çözdük derken işler yine karmaşıklaşıyor: Çünkü belgesel nitelikli bu sahnelerin de özgünlüğünden, sahiciliğinden emin olamıyoruz. Kiarostami, güya filmi çekmeden önceki hazırlık çalışmalarını da filme alıyor: Adliyeye gidip Sabzian’ın davasını görecek olan hakimle görüşüyor, Sabzian’ı yakalayan memurlarla konuşuyor, hapishanede Sabzian’ı bizzat ziyaret edip ona filmden bahsediyor. Filmin ve yönetmenin oyunlarının farkına varan seyirci, kendini tutamıyor ve soruyor: Gerçekten bir hakim bir yönetmenin duruşmasına girmesine, süreci filme almasına, ve hatta duruşmanın ilerleyişini bozarak sanığa sorular sormasına izin verdi mi? Ya da Kiarostami Sabzian’la görüşmek ve ona filmi anlatmak için hapishaneye gittiğinde, görüşmelerini filme alabilmek için gerçekten de içeriye kamerasını sokabildi mi? Peki ya Hussein Sabzian, Tahran’da bir adliyenin duruşma salonunda duruşma esnasında sinema, sanat ve hayat üzerine görüşlerini rahatça belirtip, o meşhur “Evet, çekim yapmanıza izin veriyorum, çünkü siz benim seyircilerimsiniz.” diyebildi mi?
O belgesel nitelikli sahnelerin; Kiarostami’nin hakikate hiç parmağını sürmeden, onun bir yansımasını bize gösterdiğini iddia ettiği sahnelerin de aslında kurmaca olduğunu seziyoruz. Bize her ne kadar filmde bir gerçek kısım, bir de kurmaca kısım varmış gibi gösterilse de aslında hepsinin yönetmenin bir oyunu olduğunu, aslında kurmacanın dışında başka bir gerçeklik olmadığını görüyoruz. Film kendi üstüne kapanan, refleksif bir göstergeye dönüşüyor. Gönderen de gönderilen de filmin kendisi oluyor. Close-Up, kendi haricindeki hakikati reddediyor, kendi kendinin bir temsili haline geliyor.
İzleyici olarak film boyunca neyin gerçek, neyin kurmaca olduğunu sorgulayıp dururken, finalde artık soru sormak anlamsızlaşıyor. Final sahnesinde Sabzian hapisten çıkıyor, gerçek Makhmalbaf da onu karşılamaya gidiyor. Çekim ekibiyse uzakta bir arabanın içinden onları filme alıyo ve Makhmalbaf’ın yakasındaki bir mikrofondan aralarındaki konuşmayı kaydediyor. Arabadaki ekibin konuşmalarından bu sahnenin gerçek olduğunu, Sabzian’ın Makhmalbaf’la karşılaşacağından gerçekten de haberinin olmadığını anlıyoruz. Sabzian’ın, yerine geçmeye çalıştığı yönetmeni karşısında görünce duyduğu utançtan bunu belki doğruluyabiliyoruz. Fakat mikrofondaki teknik bir arıza nedeniyle ses sürekli kesiliyor ve aralarındaki konuşmanın çoğunu duyamıyoruz. Sonra Close-Up, bize en ünlü sahnesini sunuyor: ikili, bir motosikletin üstünde, kucaklarında bir saksı gülle Tahran sokaklarında ilerliyorlar.
Kiarostami’nin sonradan açıkladığına göre aslında mikrofonda hiçbir zaman teknik bir arıza yaşanmamış. O kısım da kurmacanın bir parçasıymış! Gerçi evet, ikilinin karşılaşmasını gerçekten de Sabzian’a haber vermeden çekmişler. Ve Sabzian gerçekten içinden geldiği gibi, doğal bir şekilde, çekimden habersiz Makhmalbaf’la konuşmuş.Ona karşı duyduğu utanç ve hayranlığı “hakiki” bir şekilde yaşamış. Fakat Makhmalbaf, beklenenin aksine ona soğuk, kuru ve samimiyetsiz cevaplar vermiş. Filmin en duygusal sahnesini istediği gibi çekemediğini anlayan Kiarostami ise bozuk mikrofon detayını senaryoya ekleyip Makhmalbaf’ın soğukluğunun sahnenin duygusallığını bozmasını önlemiş. Sabzian’ın “gerçek” hislerini “doğru” yansıtabilmek için, Kiarostami bize bir kez daha “yalan” söylemiş.
Etik ve estetik sorgulamalarla yüklü bu şiirsel filmi izlemeyi bitirdiğimizde, aklımızda son iki soru kalıyor. Birinci soru şu: Bu film ne hakkındaydı? Bir adamın sinema tutkusunun başına neler açabileceği mi? İnsanların istediklerinde kendilerini bir yalana (hem kendilerinin hem başkalarının yalanlarına) nasıl inandırabildikleri mi? Yoksa neyin gerçek neyin kurmaca olduğunu asla bilemeyeceğimiz, hakikatin bir anlatıdan ibaret olduğu, yahut her anlatının aslında bir hakikat olduğu mu?
Son soruyla ise Close-Up, izleyici üzerinde daha sert bir etki bırakıyor: Biz şimdi hangi filmi izledik? Kiarostami’nin 1990’da Tahran’da yaşanan tuhaf bir olay üzerine yaptığı yarı kurmaca yarı belgesel bir filmi mi? Yoksa Sabzian’ın kendini Makhmalbaf olarak tanıtıp girdiği evde çekmeyi vaadettiği filmi mi? Neden olmasın? Sonuçta sözünü tuttu: o evde, o insanlarla bir film çekti. Filmi de tüm dünya izledi. Zaten Sabzian, duruşma esnasında kameraya bakıp “Siz benim seyircilerimsiniz” demedi mi?
Diğer film inceleme ve eleştirilerimize buradan ulaşabilirsiniz.