Kargaşanın göbeği: Babylon Berlin
8 min read
Dünya yeni bir sağcı milliyetçilik dalgası arasında gidip gelirken Babylon Berlin; bize Nazilerin nasıl iktidara geldiğini hatırlatan bir gösteri. Şimdiye kadar yapılan en pahalı prodüksiyona sahip İngilizce olmayan dizi unvanına sahip Babylon Berlin. Tarihin en çalkantılı anlarının içinde yaşıyor. Bir dönem hikayesi olduğu kadar, aslında anın hikayesi.
Run Lola Run* ve Cloud Atlas’ın yönetmeni Tom Tykwer tarafından yaratıldı. Yönetmenliğini Tykwer haricinde Alman dizi yönetmenleri Henk Handloegten ve Achim von Borries üstleniyor.
Hitler dönemi Almanya’sı, korku dolu Yahudiler, Nazizm’in zulmü ve Hitler sonrası yaralarını sarmaya çalışan Almanya temalarıyla ilgili onlarca yapıma şahit olduk. Bunların birçoğu popüler oldu, övgüler ve ödüller aldı. Hatta evet, bazen yeterince hak etmese bile…
Babylon Berlin’in en iyi tarafı, Nazizmin yükselişi gibi benzer bir temayla çıkmış gibi görünse de aslında çok daha fazlasına sahip olması. Kötü kalpli ve robotik Naziler, Hitler’in ırk yasaları ve yaşanan tüm acıların dramatik bir anlatımı değil. Hitler’in yükselişinde kötü kalplerden çok daha fazlası olduğunu biliyoruz. Ne sadece sağcılık, ne sadece milliyetçilik var. Dönemin halkı, işçi sınıfı, muhalifleri, yabancıları ve devlet yetkilileri… Hepsi ‘sadece milliyetçilik’ gibi tek tip özelliklerden daha fazlası. Hepsi ayrı bir karmaşa, hepsi farklı bir paradoksta ve etraflarında her şey yıkılırken, enkazdan kafalarını uzatmaya çalışıyorlar. Dizi tam da bunların üzerinde duruyor. Sadece aşırı sağ radikallerin yükselişine odaklanmış değil. Nazizm, yavaşça açığa çıkıp kontrolü ele geçirene kadar çoğunlukla arka planda, hamleler halinde gerçekleşiyor. 2. Sezonun son bölümüne kadar gamalı haç bile görmüyoruz.
Sağ radikaller yükselişe geçmeden: Kargaşanın başkenti Berlin
Sovyet askerleri, Almanya’daki komünist topluluklar, devlet kurumlarındaki yapılanma, sosyal hayat, faşizmin dalga dalga yayıldığının farkında olan sol gruplar, gizli yer altı toplantıları ve hatta 1 Mayıs kutlamaları… Bunların hepsini dizide inanılmaz dekorlar ve kostümlerle izliyoruz. Savaşan sosyalistler ve komünistlerin, sovyet casusları ve Alman hainlerinin, seks işçileri ve gösterişli kabare kulüplerinin yer aldığı bir siyasi kaos Berlin sokaklarında tüm hızıyla esiyor. Muazzam bir kargaşanın ortasında kalmış bir Almanya -çok iyi bildiğimiz gibi- Adolf Hitler’in 1933’teki baskısı altındaki seçimine doğru ilerliyor.
Sovyetlerin Berlin’de uyuyan bir hücresi var, casusları Alman toplumunun en üst kademelerine kadar sızmayı başarıyor. Devlet dairelerinde Almanya için karınca gibi çalışan memurlar artık dışarıdan gelenleri hoş karşılamıyor ve birkaç yıl içinde norm haline gelecek söylemi dile getirmeye başlıyor: “İşler Almanlara ayrılmalıdır.”
Şovun ana ikilisi, -Gereon ve Charlotte- kendi karmaşık duygusal dünyalarında var olmalarına rağmen, şehrin bu büyük karmaşasıyla derinden ilgileneceklerini tahmin edemiyorlar. Gereon Rath (Volker Bruch), kendi gizli ajandasıyla Berlin’in yardım ekibine katılan ve travma sonrası stres bozukluğunu morfin ve psikoterapi ile kendi kendine tedavi eden Kölnlü bir dedektif. Öfkeli kahramanımızın uzaklara baktığını, ağzından sarkan yarı unutulmuş bir sigarayla, göz kapaklarının uykusuzluktan ağırlaştığını her gördüğümde yeni bir gizem çözmeye hazırlanıyoruz gibi hissediyorum. Tıpkı Berlin gibi, Müfettiş Rath iki dünya arasında sıkışıp kalmış birisi. Kendi kişisel dilemmaları arasında ve kafa karışıklıkları tarafından sıkça rahatsız ediliyor. Kısa süre sonra, ailesinin yoksulluğundan, şehrin taciz döngüsünden kaçmaya çalışan ve departmanın ilk kadın müfettişi olma hırsına sahip, kurnaz genç bir kadın olan Charlotte (Liv Lisa Fries) ile tanışır.
Babylon Berlin’i diğer dizilerden en çok ayıran şey; kahramanlarımızın kişisel ilişkilerini, büyük siyasi hareketlerin aksine tamamen doğal hissettiren şekillerde bütünleştirmesi. Tüm olayları çözmemize yardımcı harika ortaklar Gereon ve Lotte… Televizyon aşklarının pek çok tuzağından kaçınan dizi, bize onların arkadaşlıklarını ve işbirliklerini gösteriyor. İkilinin aralarında özel bir rahatlığa ve anlayışa bağlı bir bağ var ve bu kadarının yeterli olduğunu anlıyoruz. Asla birbirlerine olan duyguları hakkında konuşmuyorlar, ama birbirlerine ihtiyaç duyuyorlar ve tüm işlerde en iyi ikili olarak çalışıyorlar. Tabii ki, duyguların yüzeye çıktığı birkaç an var ama bu sahneler, karşılıklı anlaşılabilme hissinin sessiz bir şekilde birikmesinden dolayı ortaya çıkıyor ve ortaklıklarına zarar vermiyor.
Dizi, ilk iki sezonunda, iki ulusun ve en az dört siyasi hareketin eline almaya çalıştığı Rus altınıyla dolu bir tren vagonunun içeriğiyle harika bir şekilde ilgileniyor. Nostaljik pornografiye bir yolculuk da dahil olmak üzere kara başlangıçlar, bağlılık açısından birkaç sürprizle birlikte savaşan bir dizi fraksiyonu, kahramanı ve kötü adamı tanıtır. Ancak bu, özellikle seks işçilerini, filizlenen bir queer topluluğunu ve hatta sağırları gündelik ama güçlü yollarla tasvirlerine ilişkin özellikle kapsayıcı bir dizi. Bir dizinin birbirinden çok farklı hayatları ve alışkanlıkları olan çok yönlü, çok kültürlü karakterleri sunabilmesinin hiç de zor olmadığını ve gerçekten de olması gerektiğini gösteriyor. Çünkü bu olurken, izleyiciler olarak, derinlik ve çeşitliliğin iç içe olduğunu fark ederek izlemeye itiliyoruz.
Ne Berlin’de tantana biter, ne de karakterlerimiz bir göl kenarında dinlenmeyi hayal eder
Babylon Berlin üçüncü sezonunda daha çok cinayet ve gizem formatına geçerken, yeni hikayesini önceki sezonlarla güzel bir şekilde örmeye devam ediyor. Burada; aşırı sağın iktidara gelme hamlelerini, özellikle de faşist olmak için eğitilmiş izcileri, Hitler Gençliği hareketiyle ilgili olarak ara sıra Adolf Hitler’den bahsetmesi de dahil olmak üzere, daha açık bir şekilde takip etmeye başlıyoruz. Yine de 1920’lerin sonlarında, dizide de anlattığı şekilde aslında Berlin, büyük ölçüde fikir ve teorik politikalarla dolu bir yer. Gereon, Kavgam kitabını ediniyor ve onunla ilgileniyor ama Nazi partisine karşı bir eğilimi yok. Bu yüzden onlarla nasıl savaşılacağını daha iyi anlamak için mi yoksa sadece meraklı olduğu için mi okuduğu belirsiz. Çünkü aynı zamanda, siyasi polis tarafından hedef alınan bir Yahudi’yi koruyor çünkü bunun doğru olduğunu biliyor.
Gizemli sahneler zaman zaman kafa karıştırıyor ama yine de Babylon Berlin’in her bölümü o kadar çok bilgi içeriyor ki -hem olay örgüsü hem de karakterle ilgili- kısa süre sonra şovun çeşitlilik dolu dünyasında çalkalanıyor ve hepsini takdir ediyorsunuz. 2. Sezonun sonlarında -ne kadar görkemli olsa da- karmakarışık tüm entrikalar ve koşuşturan yorucu kaosa rağmen, Babylon Berlin, hiçbir bölümde pastoral bir göl kenarında dinlendirici bir gün geçirmeyi önemsemiyor. Sakin, dingin bir bölümü yok ama müzik ve dans dolu bar sahneleri tüm karmaşanın arasında gerçekten keyif veriyor.
Buraya da dizinin tüm karmaşık atmosferi, ciddiyeti ve sertliği sürerken gösterişli gece hayatı, kabareler ve eğlencelerin ritmini gösteren en keyifli sahnelerden birini bırakıyorum.
1. Dünya Savaşı sonrasında Almanya paramparça oldu, halkı muhtaç ve hayal kırıklığına uğradı, hükümetin Versailles Antlaşması’nın şartlarına verdiği uysal tepkiden memnun değildi -ve yenilginin küllerinden Almanları kurban olarak resmeden bir ideoloji ortaya çıktı. Naziler, Alman gururunun zedelendiğine dair halk arasında da yaygın olan inancı istismar ettiler, düşman olarak entelektüelizmi ve ortaya çıkan çok kültürlülüğü suçladılar. Şimdi düşündüğümüzde; Babylon Berlin’deki olaylardan neredeyse bir yüzyıl sonra bile, anlattığı kaos şehrin kapsayıcılık için küresel bir sembol haline geldiğini görmek sevdiğim bir detay.
Bir değişim çağrısı olarak: Tiranlık
Seri, bize tiranlığın bir değişim çağrısı kadar masum bir şeyden doğabileceğini hatırlatıyor. Babylon Berlin, sadece 1. Dünya Savaşı sonrası mevcut siyasi iklim hakkında bir yorum değil, aynı zamanda Almanya’nın halk olarak bu büyük değişimi nasıl ele aldığının da bir yansıması. Başından beri bizi çeşitli bağlılıklara ve geçmişlere sahip sayısız karakterle tanıştıran karmaşık bir çalışma ama bu karmaşanın hepsi bir yerde, dünyayı ateşe vermek üzere olan bir zamanda birleşiyor.
Karşılaştığımız her yeni karakter; devam eden hikayelerle nasıl bağlantı kurabilecekleri veya yenilerini nasıl yaratabilecekleri konusunda merak uyandırıyor. Dizinin harika kostümleri ve atmosferinin ötesinde ritmini ve hırslarını takdir etmek birkaç bölümden daha fazlasını gerektirse de, içine daldığınızda geri dönüş yok. Olay örgüsünün ve karakterlerinin dikkatli bir şekilde işlenmesi titiz çalışılmış bir yapım olduğunu size her defasında hatırlatıyor ve 2. Sezon finalinde benim için tüm zamanların en iyi televizyon dizisi bölümlerinden biri olmayı hak etti. Babylon Berlin’i izlemek için minik bir öneri: İzlemek genellikle zor bir deneyim olabilir, ara sıra ara izlemeye ara vermeniz gerekebilir ama yine de kendinizi koparmakta zorlanacaksınız.
**Almanya’da Sky 1 televizyonunda yayınlanan dizinin ilk iki sezonunun ABD ve Kanada’daki yayın hakları Netflix’te bulunuyor ancak Türkiye’de dizinin yayın haklarına Blu TV sahip. Dizinin 3 sezonunu da Blu TV üzerinden izlemek mümkün.
Tom Tykwer’ın yönettiği Run Lola Run filmi incelememizi okumadan geçmeyin!
Diğer dizi incelemelerimiz için şuradan buyurun, lütfen.